2 Mayıs 2011 Pazartesi
Sıradan Bir Gün Bir Şarkı ve Hayatımız
Önce yağmur camlara vurmaya başlıyor, sonra Pinhani’nin şarkısı...
“Yol kenarında oynayan çocuklar gibi
Topum kaçtı bugün yola
Evin önünde sulanmayan çiçekler gibi
Başım düştü saksıya”
Kendi kendime gülümsüyorum.
Bu grubun müzikleri ilkokul şarkıları gibi.
Ama dinledikçe en olgun olduğunu sandığı taraflarındaki yaralardan vuruyor insanı...
Nakarat kısmında şarkıya eşlik etmek istiyorum:
“İstanbul’da kimim var, kimin için bu toz duman.”
Oysa...
Her şeyim İstanbul’da.
Sevdiğim, sevdiklerim, işim gücüm, sevinçlerim, öfkelerim, ayak bağlarım, ipimi koparıp uçmalarım...
Hepsi İstanbul’da, hepsi İstanbul sayesinde.
Yine de şarkı beni ağır ağır evden çıktığım gibi uzaklara gitmeye kışkırtıyor.
Gözümün önünden artık yazdan kalmış çer çöpü hâlâ kaldırılmamış sahil tesisleri, kamyoncu lokantaları, tenha benzin istasyonları geçiyor.
Yağmurun şiddeti artıyor. Balkona kocaman bir damla düşüyor. Kısacık, göz kırpması kadar kısacık bir anda çarpıp sıçrıyor ve tekrar düştüğü yerde suya karışıyor.
Tam o sırada şarkı da bitiveriyor.
Beni sarsan, sarsıp kendime getiren sözlerle bitiyor.
“Yere düşünce kırılmayan bir oyuncak gibi
Alıştım ben yuvarlanmaya.”
Yetişkinlik, adamakıllı yetişkinlik dediğimiz şey bu mu?
Yere düşünce kırılmayan bir oyuncak gibi yuvarlanıp gitmeye alışmak...
Peki kimin oyuncağıyız biz?
Kim oynuyor bizimle?
Ne Tanrı ne de büyük harfle HAYAT bizden bunu istiyor olabilir!
Bilgi varken bilmeyi umursamadan yaşayıp gitmemizi...
Duygularımızı bastıra bastıra yaşayıp gitmemizi...
Hem hayal kurmayı öğrenip hem de onları bozuk para gibi harcayıp savurmamızı...
Güzellik orada öyle bizi beklerken, değil yanıbaşına varmak, çoğu zaman bakmaya bile utanıyor olmamızı...
Bilgelik mümkünse eğer, paçavra değerler uğruna ondan yüz çevirmemizi...
Tanrı...
Bu harala güreleyi...
Bu küçücük hesaplar ve hesaplaşmalarla; SON’dan habersiz, kibirlenmeler ve ezikliklerle gelip geçen ömrü...
Tükete tükete tükeniyor olmamızı...
Onaylıyor olamaz.
Hayır! Özgürlükten söz etmiyorum.
Modern insanın özgürlük takıntısını biliyorum. Ama kastettiğim o değil.
Yaşantımızı bütünüyle özgürce kurmak değil sözünü ettiğim.
O aldanış zaten!
Hatta Batı kültürüne özgü bir gevezelik!
Oysa Doğu bilir bunu.
Hani adamın biri bilgeye sormuş.
“Hayatta özgürlük var mıdır?”
“Elbette” demiş bilge kişi; “kaç bacağın var senin?”
Adam şaşırmış sonra kendine bakıp “iki, efendim” demiş.
“Pekâlâ, tek bacağının üzerinde durabilir misin?”
“Tabii efendim.”
“O halde dene bakalım. Hangi bacağının üzerinde duracağına sen karar ver.”
Adam düşünmüş biraz, sonra sol bacağını kaldırmış ve bütün ağırlığını sağ bacağına vermiş.
“Tamam” demiş bilge kişi, “şimdi ötekini de kaldır.”
“Nasıl? Bu imkânsız!”
“Gördün mü” demiş bilge kişi; “özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Sonrasında düşersin.”
Hayır, sorun hayatımızı istediğimiz gibi kuramıyor olmamızda değil.
Sorun, yeterince özgür olamayışımızda değil...
Sorun, hayattan ev, araba, para şan, şöhret ve benzerleri dışında bir şey istemez oluşumuzda...
Sorun, yuvarlanıp gitmeye alışmamızda...
Yağmur dindi.
İçimden sayıklamalarım da bitti.
İnanmayacaksınız ama CD’çalarda Pinhani’nin bir başka şarkısı dönmeye başlıyor bu kez:
“Bir sonbahar kadar yalnız, bir kış kadar savunmasız
Ya da bir ilkbaharsan, yolun başındaysan,
Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya”
Ben yolun ortasını geçmişim çoktan...
Yine de hafif peltek, bezgin ve çocuksu şarkıcının önerisine kulak vermek geliyor içimden.
Okunmayı bekleyen kitaplar var sehpanın üstünde.
Ama dışardaki yağmur sonrası ışık da öyle güzel ki!
Boşalmış zeytinyağı şişelerinin tatlı sarısı...
Bu ışığın altında biraz dolaşmalı!
Haşmet Babaoğlu
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder